Zebercet gibi “öleyaşamak”

Anayurt Oteli’nin ölülerinden henüz yaşayan bir Zebercet kalmıştı.

Yaşamını -aslında ‘yaşamadan’, başka yaşantılardan ve suretlerden çalıntı -ama değersiz- parçaları görerek, duyarak, kimi zaman koklayarak geçirdiğini görüyorum daha ilk satırlarda.

“Kadının baktığı işte bu yüzdü o gece.”

Günlerce yeniden otelde kalmak üzere geri dönmesini beklediği ‘gecikmeli Ankara treniyle gelen kadına’ yönelişi bile; Zebercet’in sadece aynaya baktığında görebildiği, kadına tepsiyle çay getirdiği vakit kadına dönük olan yüzü ve o noktadaki varoluşu ona ait değilmişçesine seyre daldığı yansıması üzerinden okuyucuya ulaşıyor.

Atılgan’ın kült eseri, 1987 yılında Ömer Kavur’un yönetmenliğinde sinemaya uyarlanmış, filmin başrollerini Macit Koper, Serra Yılmaz, Orhan Çağman ve Şahika Tekand paylaşmıştı.

Yusuf Atılgan’ın ilk kez 1973 yılında okuyucuyla buluşan romanının* bütününde, eylemsizliğe yakın bir sessizlik boyutunda sayıklamalardadır Zebercet. Çarşıda kestaneciden kestane alırken, gözümüzün önüne elini kağıda sarılmış kestaneleri ısıtıcıdan almak için uzatan, durağanlıktan öte bir Zebercet görüntüsü getirmez; çünkü sayıklar o, olasılıklar ve varsayımlar üzerine. Ayrıca, yaşayamadıklarını da sayıklamalarıyla karman çorman eder:

“Merhaba, odam boş mu?”, “Merhaba, oda boş mu?”, “Odam boş mu?”, “Oda boş mu?”, “Yeriniz var mı?” …

O kadın tarafından söylenesi bu sözler, otele yeni bir müşterinin girmesiyle havada asılı kalır. “Oysa kadın bunlardan yalnız birini söyleyecekti[r].”

Kadının çay içtiği bardakta bulduğu dudak izlerinin üzerine ağzını yaslamışken, üst katta kalan Emekli Subay’ın odasından gelen sesle irkildiğinde bardak yere düşer ve paramparça olur. Objelerde yaşayan gerçeklikteki kırılma, saplantılı bir beyine ilişik ipuçları verir bize.

“Oda bozulmuştu, kadın gelmezdi artık. Yürüdü, odadan çıkarken bir haftadır yanan ışığı söndürdü.”

Yine de yaşamı, ‘diğerleri’nden bozma ucu çengelli bir açılımdır. On senedir otelin temizlik, yemek ve çamaşır işleriyle meşgul ortalıkçı kadının uykuları, Zebercet’in cinsel dürtülerinin baskın çıkabildiği tek yerdir.

Senelerce süregelen, ama ortalıkçı kadın ‘bilincinin’ seviyesine hiç erişememiş tecavüz anları, Zebercet’in bir başka tenle, o uyumadan, yaşama birlikte akmakta başarısız olacağının bir işaretidir ki; bir gece kadının yatağında yine benzer bir sahneye tanık olacağımızı sanırken, kadına,

“Uykuda istemiyorum artık.”

der Zebercet. İşte o anda buz kesilir, sertleşemez ve kadının içine giremez. Kadını, kendine ortak ettiği yaşam karesinden uğultular içinde boğarak çekip alır. Ve biz de romanın başında geçen bir cümleyi anımsar gibi oluruz:

“… insanın ölmesi nasıl da kolaydı.”

Alt katta ise ‘gecikmeli Ankara treniyle gelen kadının’ kaldığı, cam kırıklarından arındırılmış, kırılan bardağın yerine bir yenisinin konduğu, üzerine de Zebercet’in bekleyişinin eklendiği o oda durmaktadır.

“Kadın gelirse olanları anlayamazdı, ama o biliyordu.”

Duvarları içerisinde çok şeyin değiştiğini, duvarlarının dışındaki kimsenin bilmediği otelin katibi Zebercet yarı soluklanır, yarı sayıklar hallerde eskilerin konağı, şimdilerin otelinde yaşanmış ölümlerin ve kapısını kilitleyip çıktığı odada sakladığı cesedin yükünü üzerinde hissetmeye başlamıştır bile.

Daha önce birkaç kez yangın atlatan otelin son bir defa daha yanması, cinayeti örtbas için biçilmiş kaftan iken, Zebercet bunu yapamaz. O, hayatın bildiği kadarını kendine kafi görür. Nesneler yerinden oynamış olsa bile gerçeklik oradadır.

Ve oteli yakmaktan vazgeçip odalarından birinde kendini asmayı seçer Zebercet. Onun bu gözlerden uzak, sarsıntılı çöküşü, trenle kente inen bir yolcu için belki de hiçbir şey ifade etmeyecektir.

*Atılgan, Y. (2006), Anayurt Oteli, Yapı Kredi Yayınları.