Pancar çorbası, bulaşıklar ve farkındalık

Mutfak başlı başına yaratıcı bir yer ve ben gerçekten sihrine inanıyorum. Ortalığı toplayıp bir yemek pişireyim hazır evdeyken ve işim yokken dedim, kendimi şarjı yüzde 9 kalmış telefonumun ekranımdaki bu yazıyla buluverdim. Hem deneyimledim yazdıklarımı hem de deneyimlerimi yazdım. Demek ki olacağı varmış dedim, açığa çıkacaklar varmış.

Birincisi, bazen akışına bırakıp hiçbir tarife bakmadan yemek yapmak gerek. Ciddiyim. Evde hangi malzeme eksikmiş, buna odaklanmadan bir elindekilerle yetinme pratiği olarak değerlendirebilirsiniz bunu. Ölçek ayarlama, sayma veya tartma gibi detaylar olmayınca aslında hata yapmanın olasılık dışı olduğu bir alan açılıyor insana. Bir süredir sebzelikte unuttuğum pancarlarla göz göze geliyordum, erteliyordum. Bugün ben de fikirlerin, yargıların olmadığı bir alanda bir pancar çorbası pişirmeye karar verdim.

İkinci olarak aklıma gelen, elimizin altındaki alanda günlük eşyaların olağan yerlerinde küçük değişiklikler yapmak. Düzenli olmak, eğer seviyorsanız (ya da birçoğumuz gibi takıntılıysanız, mesela ben), şahane bir bütünlük, tamamlanmışlık ve olmuşluk hissi veriyor insana. Ancak arada bir en sevdiğiniz renkli tabaklarınızı rafınızda her zamankinden farklı yerlere yerleştirebilirsiniz, bu bile zihnimizde bir nevi canlılığa yol açabilir. Bakalım tabaklarımızın keyifleri yeni yerlerinde de yerinde mi?

Tüm bunların çorbamla ve tabaklarımla ne alakası var?

Sonra biraz ciddileştim. Pancarların suyu çıldırmışçasına kaynamaya devam ediyordu…

Hangi ‘duygularım’ın benim içimden geldiğini, hangilerinin benden olmadığını yani bana kendi içsel alanım dışında bir yerden ulaştığını, bunların kaynağının benim benliğim olmadığını fark etmek. Böyle bir cümle yazdım.

Şimdi bir his seçelim. Ben de seçtim. Eskilerden olmasın, mümkünse dün ya da bugünden bir şeyler anımsamaya çalışalım. Eğer bir duygu size aitse görünen, açığa çıkan o duygunun altında bir niyet, bir arzu veya talep yatıyordur. Ruhumuzun açıklarını, açlıklarını olduğu şekliyle -iyi ya da kötü imiş ayırt etmeksizin- kabul etmek bu alan farkındalığında yardımcı olabilir.

Bizim için kötü olan bir duygunun, örneğin kıskançlık, altında değer, sevgi veya saygı görme gibi bir istek yatabilir. Bu duygunun üzerinden, duyguyu hissettiğiniz kişi, durum veya olay özelinde sükunetle ve dikkatlice geçmeyi deneyin. “Bu talebimi karşı tarafa iletme şansım olmuş muydu?” “Neden ilginin üzerimde olmasını istedim?” Çabamın fark edilmesi için, görünür olmak için bir çağrının sessiz çığlığı olabilir bu gücenmem. Ve benim ihtiyaçlarından kök bulan, karşımdaki kişiye değil bana ait olandır.

Çok tanıdık, iç gıcıklayıcı bir his

Benim duygum gerçekten de bana ait, evet şimdiden rahatlamaya başlıyorum ama bu aynı zamanda canımı sıkıyor. Neyi yanlış yaptım ki bu korkunç duyguyla uğraşıyorum?

Kötü bir hissiyatın kendimize ait olmasını kabullenmeyi istemiyoruz, bu zaman alıyor; çünkü doğamız buna karşı çalışıyor. Beynimiz derinde yatan motivasyonlarımızın ve benliğimizin derininden gelen güdülerimizin ancak çok küçük bir kısmını bilinç seviyesinde anlamlandırabiliyor. Hatta sol beyin bunları anlamlandıramadığı gibi her bir derin dürtüye kabulü kolay bir açıklama getiriyor, biz de görünürde yaptığımız harekete kılıf uydurup bunu dil marifetiyle açıklıyoruz.

Yine insan beyninin, özellikle konuşmadan sorumlu sol tarafının doğası gereği negatif tüm deneyimlerimiz için dış dünyayı sorumlu tutma ya da suçlama eğilimindeyiz. Öte yandan da her şeyin güzeli bizde, en doğruyu biz biliyoruz ve elimizi neye atsak haksızlığa uğramamız an meselesi. İçimize güzeliyle, çirkiniyle bakamıyoruz ve bu bir örüntü haline geldikçe tüm evrene gücenmeyi, varlığımızın nedeni olan ailemizle çatışmayı, dostlarımıza darılmayı, hayata küsmeyi ve mutlu olmaktan vazgeçmeyi alışkanlık haline getiriyoruz. Belki bunlardan birini bile olsa yapmama şansımız vardır. Duygularımızın sahipliğini araştırma halinde olma, bizi belki de aynı zamanda kişilerin, durumların ve olayların nesnesi olmaktan uzaklaştıracak.

Başlangıç için küçük, iç gıcıklayan tek bir hissi seçebilirsiniz. Bu türden bir ruh araştırması yaptığımızda şeytanlarımızla karşılaşabiliriz, ancak onlarla barış yapmak mümkün. Benliğimizin kumsalında yalınayak gezelim. Göz alıcı, yusyuvarlak, parıltılı taşları ayıklayarak ceplerimize doldurmayı bırakıp, eciş bücüş, delik deşik olmuş, şekilsiz çakıl taşlarını da toplamaya başlayalım. Kumsal olur, mutfak olur, ara sıra elimizdekilerle yetindiğimiz, onları değiştirmeye çalışmadığınız bir yerlere dönelim, olur mu?

Bu arada pancar çorbası pişmişken düşündüm, tarifini de versem mi diye. Ama şimdi durup dururken bir de kendimle çelişmeyeyim dedim.

Ah bu kafaları değiştirmek çok zor çok!

Devadatta “देवदत्त”

Hint Mahabharata Destanı’nın bir bölümü olan kadim yoga metni Bhagavad Gita’da Arcuna’nın savaş borusuna verilen ad. Sanskrit deva (tanrı) ve datta (“dā” vermek fiilinin geçmiş zaman çekimi) sözcüklerinin birleşiminden oluşuyor.

Online bir destek grubu?

Merhaba, ben Elçin. 33 yaşındayım. İstanbul, Erenköy’de yaşıyorum. Çevirmenim, yazıyorum, söylüyorum ve bir yoga öğrencisiyim. Hayatımı, her günümü şu iki arkadaşla geçiriyorum: Yaygın Anksiyete Bozukluğu (YAB) ve Fibromiyalji.

Bugüne dek rahatsızlıklarım hakkında farklı disiplinlerden pek çok doktor ve uzmandan destek aldım. Pek çok şeyi denedim ve denemeye devam ediyorum: Antidepresanlar, anti-epileptik ilaçlar, psikoterapi, bitkisel takviyeler, yürüyüş, koşu, müzik, nefes, meditasyon, yoga, yoga terapi, masaj, farkındalık egzersizleri, akupunktur, kitaplar, eğitimler ve araştırmalar… Bir yandan günlerimi ağrısız ve endişesiz geçirebilmeyi dilerken, öte yandan acaba yalnız mıyım diye sordum kendime.

Sanırım değilim. Çünkü her iki rahatsızlığımın da toplumda çok yaygın görüldüğünü biliyorum. Ama günlük pratikte tüm bu mücadeleyi tek başıma üstlenmek durumunda kalıyorum.

Geçirdiğim bu zor günlerde çabalarımda yalnız olmadığımı hissetmeye çok ihtiyacım var. Hem de benim gibi hikayeleri olan insanlara elimden geldiğince destek olabileceğime inanıyorum.

Bu amaçla bir online destek grubu kurmak istiyorum. Niyetim benimki gibi somut bir tedavisi olmayan bu rahatsızlıklar ile mücadele eden insanlarla iletişimde olmak ve bu çemberde naçizane bilgilerim ve deneyimlerim doğrultusunda yoga ve meditasyon dersleri/tavsiyeleri sunmak.

Birkaç fikrim var ama bunu teknik olarak nasıl beceririm, bilmiyorum ve önerilere açığım. Sizden ricam bu mesajı çevrenizle paylaşmanız. Teşekkürler.

The self denied to be described

Barry Kerzin meditating with EEG for neuroscience research. Courtesy of Antoine Lutz

As a person practicing meditation for a few years now, I have been able to observe the thoughts coming into and going out of my consciousness as a silent, watching self. Although I am not in a position to assert the existence or non-existence of the self, I would try my best to make a practical interpretation of the Buddha’s idea of not-self in the light of my own experiences, contemplations and readings.

As per the Buddha’s diagnosis regarding clinging as the source of unsatisfactoriness (dukkha), our feelings, thoughts and perceptions are fleeting in nature, and this prevents one from seeing the world as it is and having a clear vision of truth. Is it possible to be liberated from this cycle of unsatisfactoriness and should we necessarily reject our ‘selves’ for it? Can we say that our motivations, feelings or thoughts are somehow the result of a mingling, blended form of our being and our external world and that nothing is to be owned by us?

Human perception is very much influenced by the circumstances or conditions in one’s environment, as the mind is scientifically observed to work toward its best interests in having evolved to survive as successful as it can be as a result of natural selection. As we continue to survive on so many levels, our sense of self is being challenged by the Buddhist way of thinking.

As the Buddha said in his sermon on the not-self, the self persists through time and is subject to our control, whereas the five aggregates-consciousness, form, feelings, perceptions and mental formations- related to a person’s experience do not and are not, the self cannot be identified with anything that is changing in nature. In scientific terms, it is shown in the split-brain experiments that the left hemisphere of our brains, which is responsible for our language skills, communicates with the outside world about what is going on inside our minds not necessarily trying to reflect reality. However, our right brain hemisphere quite strikingly works to present only the literal truth without attempting to change anything at all. That half of our brains can come up with fabricated details that are not true in order to create a plausible narrative is one sign that supports the Buddhist understanding of consciousness as an unreliable part of our experience.

In a study conducted by Richard Nisbett and Timothy Wilson, the subjects were asked to make a choice among a series of similar products in front of them and it was found that very strangely that they had a tendency to pick the product on the far right. This finding implies that our motivation to choose something, or talk or behave in a specific fashion does not necessarily take place consciously, our judgments may be a result of an unconscious motivation and our mental formations (one of the five aggregates of the Buddhist thought) do not originate from a state of consciousness. This can imply that an idea that comes into one’s mind can easily be affected by another idea of completely unknown origin. Therefore, the controllable characteristics of the Buddhist self are not to be found here.

In this regard, I believe that none of the workings of my mind are a mere result of being purely me; that the self in me is distinguishable from the things that my mind perceives. As one can see in many studies conducted in modern psychology, our consciousness is attuned to see, perceive and make sense of the things around us by incessantly making best guesses and unconscious choices in the background for our protection and success so that failure becomes a lesser probability.

I take my ‘self’ as an unchangeable, firm-rooted, observing being that is the closest part of me to truth, and any awareness, emotion, opinion, feeling or physical form that comes and goes in the course of this lifetime does not suffice to constitute the very essence of my being. 

Thanks to the Buddhist prescription of mindfulness, it seems to me that my mind has started working differently than it did before I started meditation, somehow disentangled from the transient and subjective notions of perception or feeling, etc. Being distracted or overwhelmed by feelings has become a less important problem for me during this process. This is not an intentional or result-oriented effort. It just happens to be the way it is, just as Peter Harvey claims in his book The Selfless Mind, not-self is something to be done, rather than something to be taught. I believe that observing the five aggregates of the Buddhist thinking through meditative work brings a mindful approach towards life and existence in general.

I think that the existence of self that is associated with permanence and control is only denied in a liberative framework by the Buddha, as mentioned by Bhikkhu Bodhi in one of his talks with Robert Wright, in order to eliminate one’s attachment to all objects of clinging and to the notion of a substantial I. Therefore, I take the Buddha’s sermon on the not-self as an attempt to describe the nature of self by denying what it is not.

References

Bhikkhu Bodhi. Lecture 3: The True Nature of Existence http://www.buddhanet.net/audio-lectures.htm

Harvey, P. (2013). The Selfless Mind: Personality, Consciousness and Nirvana in Early Buddhism. London: Taylor and Francis.

The Sermon at Benares/Varanasi, Setting in Motion the Wheel of Dharma http://www.accesstoinsight.org/tipitaka/sn/sn56/sn56.011.nymo.html

Timothy de Camp Wilson, & Nisbett, R. (1978). The Accuracy of Verbal Reports About the Effects of Stimuli on Evaluations and Behavior. Social Psychology, 41(2), 118-131. doi:10.2307/3033572 

Ruhuma Ayna

Yaralarımı kendim deştiğimi kabul ediyorum.

Onları görmemek için gizlemekten vazgeçiyorum.

Görebilmek için bir aynaya ihtiyacım olduğunu biliyorum.

Ve bulduğumda o aynaya bakmaktan korkmuyorum.

Laf Ormanı: Mülksüzler

2018 yılında satın aldığımı anımsıyorum Ursula K. Le Guin’in Mülksüzler’ini. Romanı geçtiğimiz yaz elime aldığımda, yazarın yarattığı evrene girebilmek oldukça güç gelmişti bana. Hayatımda pek çok değişimle, yenilikle ve aksilikle cebelleştiğim günlere denk geldi bu kitap. Nihayet birkaç gün önce, Kasım gelmeden bitirebildim okumamı.

Hoş ne çok hızlı yazar ne çok hızlı okur ne de çok hızlı çeviri yaparım ben. Yavaş ve hazmederek, hayatımın içine harmanlayarak özümsemeyi tercih ediyorum karşılaştığım tüm değerli fikirleri, yazıları, kitapları. Okudum diye bir kenara koymak istemiyorum bir kitabı. Kendime notlar almak, dersler çıkarmak, alıntıları paylaşmak ve tüm bunların hayatımın pratiğinde nasıl bir yer ettiğini görmek istiyorum. Bazen bir kitabı fiziksel olarak çantamda, torbamda, masamda yakınımda tutmak, sayfalarını karıştırıp altını çizdiğim cümlelere bakmak bile mutlu ve bütün hissetmeme yetiyor.

Bitirmenin ve başarmanın hırsını değil hazzını yaşamak istediğim günlerdeyim. Her şey olması gerektiği gibi. Zihnime kazınan satırları çekip aldım kitabımın içinden ki yer etsinler düşüncelerimin içinde, en azından parmaklarımın ucundan geçmiş olsunlar Le Guin’i saygıyla alıntılarken. Cesaret edebilirsem belki benim de söyleyeceklerim olur bir gün Mülksüzler üzerine.


Bu karabasan caddesinin en garip yanı da satılık milyonlarca şeyin hiçbirinin orada yapılmıyor olmasıydı. Orada yalnızca satılıyorlardı. İşlikler, oymacılar, boyacılar, tasarımcılar, makineciler neredeydi, eller neredeydi, yapan insanlar? Gözden uzak, başka bir yerde. Duvarlar arkasında. Dükkanlardaki herkes ya alıcı, ya satıcıydı. Nesnelerle sahip olmak dışında bir ilişkileri yoktu.

s. 116

Bir ırmakta iki kez yıkanamazsın, yeniden eve dönmek de olanak dışıdır. Bunu biliyordu; aslında bu, dünyaya temel bakışıydı. Ama o, bu geçicilik kabulünden dev kuramını geliştirmişti; buna göre en çok değişebilen şey, en derin sonsuzluktu, ırmakla olan ilişkiniz ve ırmağın kendisiyle ve sizle olan ilişkisi de salt bir özdeşlik yokluğundan hem çok daha karmaşık hem de daha güven verici bir şeydi. Genel Zaman Kuramı eve dönmenin mümkün olduğunu söylüyordu, yeter ki evin şu ana dek hiç bulunmadığınız bir yer olduğunu anlayın.

s. 52

Ona hepsi kaygılı gibi görünüyorlardı. Bu kaygıyı daha önce Urras’lıların yüzlerinde görmüştü ve ne olduğunu merak ediyordu. Ne kadar para kazanırlarsa kazansınlar yine de yoksul ölmemek için daha fazla çalışmaları gerektiğini düşündükleri için miydi? Suçluluk muydu, çünkü ne kadar az paraları olursa olsun, her zaman onlardan daha az parası olan birisi vardı.

s. 179

“Bütün olmak parça olmaktır;

gerçek yolculuk geri dönüştür.”

Laia Asieo Odo (698-769)

Görünüşe bakılırsa zamanı yalnızca bilinçli olduğumuzda algılıyoruz. Bir bebek için zaman yoktur; geçmişle arasındaki uzaklığı ölçemez, geçmişin şu anla nasıl bir ilişki içinde olduğunu anlayamaz, şu anın geleceğiyle nasıl ilişkili olacağını planlayamaz. Zamanın geçtiğini bilmez; ölümü anlamaz. Erişkinin bilinçsiz aklı da onun gibidir. Düşte zaman yoktur, süreklilik tümüyle değişmiştir, neden ve sonuç birbirine karışır. Mit ve efsanede zaman yoktur. Masal ‘Bir zamanlar’ derken hangi geçmişten bahseder? Böylece gizemci, mantığıyla bilinçaltını yeniden birleştirdiğinde her şeyin tek bir varlık olduğunu görür ve sonsuz geri dönüşü anlar.

s. 191

Acı çeken şey benlik; benliğin ise- yok olduğu bir yer var. Nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Ama gerçekliğin, rahatlık ve mutlulukta görmediğim, acıda gördüğüm gerçeğin, acının gerçekliğinin acı olmadığına inanıyorum. Eğer içinden geçebilirsen. Eğer sonuna kadar ona dayanabilirsen.

s. 57

Bir eylem ancak geçmişin ve geleceğin manzarasında gerçekleştirildiği zaman insan eylemi olur. Geçmiş ve geleceğin sürekliliğini öneren, zamanı bir bütün haline getiren bağlılık, insan gücünün köküdür, onsuz yapılacak hiçbir şey iyi olamaz.

s. 285

Sorumluluğun ve özgürlüğün, seçeneğin olmadığı, yalnızca yasaya uymaktan oluşan sahte bir seçeneğin veya yasaya uymamayı izleyen cezanın olduğu bir toplumda yaşamak ister miydin? Gerçek bir hapishanede yaşamak ister miydin?

s. 44

“Bir hırsız yaratmak için, bir sahip yaratın; suç yaratmak istiyorsanız, yasalar koyun.”

Toplumsal Organizma

Odo şöyle yazmıştı: “Sahip olmanın suçundan ve ekonomik rekabetin yükünden arınmış bir çocuk, yapılması gerekeni yapma iradesi ve bunu yaparken coşku duyma yeteneğiyle büyüyecektir. Kalbi karartan, gereksiz çalışmadır. Emziren annenin, eğiticinin, başarılı avcının, iyi aşçının, becerikli ustanın, gereken işi yapan ve iyi yapan herkesin sevinci bu kalıcı coşku belki de insan yakınlığının ve bir bütün olarak toplumsallığın en derin kaynağıdır.”

s. 212

Canlı düşler görüyordu, düşler çalışmasının bir parçasıydı. Zamanın, kaynağına doğru yukarı akan bir ırmak gibi kendi üstüne katlandığını görüyordu. İki anın eşzamanlılığını iki elinde tutuyordu, ellerini ayırdığında iki anın bölünen sabun köpükleri gibi ayrıldıklarını görerek gülümsedi.

s. 101

Şey, zamanın ‘geçtiğini’, önümüzden akıp gittiğini düşünürüz; ama ya biz öne doğru, geçmişten geleceğe, sürekli yeniyi keşfederek gidiyorsak? Böyle bir zaman akışı, biraz kitap okumaya benzerdi, anlıyor musunuz? Kitap orada, tümüyle, kapağının içinde. Ama öyküyü okumak ve anlamak istiyorsanız, ilk sayfadan başlamalı, sonra ilerlemeli, hep sırayla gitmelisiniz. Böylece evren çok büyük bir kitap, biz de onun çok küçük okuyucuları olurduk.”

s.191

Bir Urras’lı gibi düşünüyorum, dedi kendi kendine. Lanet olası bir mülkiyetçi gibi. Hak etmenin bir anlamı varmış gibi. İnsan, güzelliği ya da yaşamı kazanabilirmiş gibi!

s. 178

“Bilinçsiz akıl evrenle aynı mekan ve zamandadır.”

Tebores, Sekizinci Binyıl

O an geçmişti; gittiğini gördü. Ona tutunmaya çalışmadı. Onun kendinin bir parçası değil, kendisinin o anın bir parçası olduğunu biliyordu. Onun elindeydi.

s. 240

İkisi de ayrılık yüzünden acı çekmişlerdi, epeyce acı çekmişlerdi. ama ikisi de bağlılıklarından kaçarak acıyı reddetmeyi düşünmemişlerdi.

s. 284

Odo’nun gösterdiği gibi, eğer hiçbir yön seçilmezse, eğer insan hiçbir yere gitmezse, hiçbir değişme olmaz. İnsanın seçme ve değişme özgürlüğü kullanılmamış olur, tıpkı insan hapishanede, kendi yaptığı bir hapishanede, içinde hiçbir yolun diğerinden daha iyi olmadığı bir labirentteymiş gibi.

s. 210-211

Mülksüzler, Ursula K. Le Guin. Metis Yayınları, Haziran 2018, İstanbul.

Mor kanepesini satan kadın

İhtiyaçlar değişiyor, hayatım bir gün öncesiyle bile aynı kalmıyor, ne tuhaf.

Bir süredir aldığım yeni kararlar, olanın içine farklı bir bakış açısıyla sığmaya, yerleşmeye zorluyor beni. Otuz üç yaşımda kariyerimi, günlük yaşantımı ve alışkanlıklarımı sil baştan değiştirirken eskinin, aşina olunanın içinde kalmak istiyor bir yanım evet, ama orası artık o kadar sıkışık bir yer ki içinde kalabilmek ne mümkün. 

Ne kadar korkuyorum değişmekten. Yeni bir kabuk bulsam kendime büyük mü gelir acaba, diye kabuğuma girip girip saklanıyorum. Tamam, arada bir de çıkıyorum oradan ama yazık, zavallı kabuğumla da sürekli bir sürtüşme halindeyim. 

Şimdi versiyon olmuş bilmem kaç 

Olan aslında neydi, biliyor musun? Güzelim mor kanepem ne yaptıysam ne ettiysem evimin hiçbir yerine sığmıyordu. Sığmıyordu işte! Ve ben yıllardır bunu göremiyordum, görmek istemiyordum. 

Şimdi ise değişimi böylesine içten gelen bir arzuyla pratiğe dökerken, fiziki değişime bu direnç nedendi? Oysaki yapmam gereken şey çok basitti: Yeniye alan açmak! Bunun için de evimde bazı değişiklikler yapmalıydım. 

Yaptım da! Güzelim mor kanepemi sattım. Mor kanepesini satan kadın oluverdim. Hatta onu satın alan kadın ve onunla birlikte evimi ziyarete gelen kardeşi o kadar tatlı insanlar çıktılar ki ortak tanıdıklar, benzer iş deneyimleri derken kanepeyi sattığımı bile unuttum. Buraya kadar her şey normal. Şahane!

Derken gün geldi çattı ve nakliyeciler kapımı çaldı. Mor kanepemi alıp apartman boşluğuna çıkardılar. “Abla, kapatabilirsin. Hallederiz biz… Abla, iyi günler…” Ben inat, kapının ağzında dikilip telefonla uğraşır gibi yapıyorum. Beynimin içinde şu düşünceler dönüyor: “Acaba iyi saracaklar mı?”, “Bir yerine zarar gelir mi?” “Ben neden satıyorum seni, ne güzel kanepeydin sen?” “Yok muydu bunun başka yolu?”

Kanepemi satmak isteyen bendim. Ben vermiştim bu kararı. Şimdi ne oluyordu bana canım? Kanepe aşağı indirilirken içimde bir yer neden böyle acımaya başlamıştı birden. Utanmasam ağlayacaktım. Allahtan utanmadım da ağlayabildim.

Hissettiğim hüzün işte böyle bir şeydi. O mor kanepeyle bir dönemi, yaşanan güzel günleri de satmış gibi suçladım kendimi. 

İnsanın gerçekte neye ihtiyaç duyduğunu anlaması zor, hatta içimizdeki sese kulak vermezsek bu bir ömür alabilir. Evlilik, benim için bundan altı sene önceki yeni hayatımdı. Yeni yeni hayatlarım oluyordu benim ve onların hep yeni kalmasına özen gösteriyordum. Aslında en basit tabirle evlilik, hayatımın birkaç önceki versiyonuydu. Şimdi versiyon olmuş bilmem kaç.

Bu günüme gelmişim ve şimdiki kendim için neyin mühim olduğunu iyice bellemişim ne mutlu, ama işte altı sene önceki Elçin evini, yeni yaşantısını kendi ihtiyaçları üzerine kurmakta belli ki güçlük çekmiş ve sepetine yerli yersiz bir sürü şey doldurmuştu. Ortada bir yanlış ya da doğru yoktu, yalnızca ‘o ben’ gerçek ihtiyaçlarının farkında değildi. Ama şimdi ‘o kendim’e tatlı bir gülümsemeyle bakabiliyorum. Bunun adı şefkat olabilir.

Hali hazırda var olan

Maddiyatta olan bir şeyden vazgeçtiğimizde ya da maddi bir kayba uğradığımızda sadece o tek şeyin yokluğuyla baş başa kalmıyoruz aslında. Kaybedilen tek bir şeye atfettiğimiz yüzlerce anıyı da sildiğimizi sanıyoruz. Bir endişe peydahlanıyor derinde bir yerlerde.

Oysaki somut olan her şey, gözle görülemeyenin sadece bir yansıması. Maddiyatta var olan her şey, maneviyatımda olan şeyler için birer araçtan ibaret. Bedenim, evim, işim, güzel giysilerim, mor kanepem…

Böyle bir aracı yitirdiğimde, kimsenin gözle görmediği, bana ait bir duyguyu, bir anıyı ya da yaşanmışlığı değil bunların sadece bir yansımasını yitirmiş oluyorum. İşlevi sadece içimde ‘hali hazırda var olan’ı anımsatmak olan somut bir yardımcıyı serbest bıraktım da denebilir. Asla kopmak istemediğim, o iç yakan, kalbin içinden olan şeyin herhangi bir olay sebebiyle yok olması ve onu birinin benden çekip alması mümkün değil.

Sahiplikler değişebilir, dönüşebilir, sahip değiştirebilir ve önem sıralamasında alt basamaklara gerileyebilir. Hayatımız boyunca eskinin yeniye yer açışına tanıklığımız hep bundan.

Diyeceğim o ki ben o mor kanepemde pek bir vakit geçirmemişim aslında. Meğer ben sadece, yeni bir hayat kurmanın heyecanını oturtmuşum o kanepeye. Onu layıkıyla da ağırlamışım. Peki, mor kanepemden vazgeçmek, onu evim için seçerken yaşadığım o ‘ilk günkü heyecan’ı silip götürebilir mi? 

İçimde olanı dışımda aramaya çalışmam boşuna. Beni ben yapan o anı her neyse bende. Bir şeyleri bırakmakta güçlük çekiyorsam, biliyorum ki o şey benim ta içimde ve kalbimin içinde olanı ne olursa olsun asla kaybetmeyeceğim.

yansıma

“iyi olmak
eşit değil
iyi hissetmek”
ve
“iyilik yapmak
eşit değil
iyi hissettirmek”

bunu uzun bir süredir düşünüyorum.
iyi hissetmediğim ve elimden
bir tek iyi şeyin bile gelmediğine
inandığım pek çok an,
bu cümleleri söylüyorum kendime.
iyi olmaya dair inancımı
gölgelemesine izin vermemek için
karanlık bir düşüncenin.
dönüp dolaşıp uzaklaşamadığım
tek yerim olan içime,
içimdeki bene bakıyorum.
iyiyi de kötüyü de
o karanlık kuyudan
çıkarmayı deniyorum.
her ikisinin de buna ihtiyacı var diyorum:
iyinin ve kötünün
benim tarafımdan bilinmesine
en çok benim ihtiyacım var.
o kuyu taşıyor zaman zaman,
içimdeki bahçenin içinden
duru bir su akıp dökülüyor.
ve yansımasında görüyorum
içimdeki beni, seni, onu,
her şeyi, hepimizi.
çabasızca görebildiğimde,
susturmuyorum artık sözcükleri.
ve sesim
daha önce hiç olmadığı kadar
gerçek çıkabildiğinde,
anlıyorum.

Yol

Kendimi bulduğumda, yolu başkalarına da tarif edebilirim.

Özgürleştim

Fotoğraf: Kutay Gülaydın

Fotoğraf: Kutay Gülaydın

Kimseye bir şey kanıtlamak
zorunda olmadığımı veya
kanıtlayacak hiçbir şeyimin
olmadığını fark ettiğimde,
Özgürleştim.